Bismillahirrahmanirrahim
, “Âdemoğlunu yücelttik.”(1) fermanıyla insanın başına şeref tacı giydiren Rabbimize; salat ve selam, varlık sebebimiz, Efendimize olsun.
Muhterem kardeşler bu yazımızda inşallah insan-ı kâmil konusunu öğrenmeye çalışacağız.
Rabbimiz,“İnsanı en güzel kıvamda yarattık sonra onu aşağıların aşağısına döndürdük”(2) buyuruyor. Bu ayet, insanın fıtratında yani yaratılışında bir kusur ve noksanlığın bulunmadığını ifade etmektedir. İnsan bu dünyaya iyi bir özle gönderilmiştir. Aslı temizdir.
“İmdi O'nun yaradılışını tamamladığım ve içerisine ruhumdan üfürdüğüm zaman hemen onun için secde ediciler olarak yere kapanın.”(3
İnsanın yaratılışı ile ilgili bu ayet ise bahsettiğimiz o temiz aslın mahiyetini anlatmaktadır.
İnsan, hiçbir varlığın sahip olmadığı bir üstünlüğe sahiptir. O, Rabbimizden bir “yön, cihet, ruh, dokunuş” taşımaktadır. Gül kokan bir elden gelen kalem de gül kokar. Rabbimizin kudret eliyle yarattığı şerefli mahlûk insan ise Rabbimizin esmasına ayna olmuştur. Bu yönüyle diğer mahlûkattan ayrılmış ve seçkin bir makama “halifelik”(4) makamına yükseltilmiştir.
Varlık tamamen esma-i ilahiyeye mazhardır. Ancak hepsi kendi kabiliyeti ve istidadı kadar bu mazhariyeti îfâ eder. İnsan ise ruh-ı sultaniye sahip olması yönüyle tüm esmaya mazhardır. Halifeliğin mânâsı ise varlığa değerini verebilmek yani takdir edebilmek ve Rabbimizin rızasına uygun olarak varlığı sevk ü idare etmektir.
Muhterem kardeşler,
İnsan nefs ve akıl denen iki farklı yöne sahip olarak yaratılmıştır. Bilindiği gibi hayvanatta nefs var iken akıl yoktur. Melaikede ise akıl var ama nefs yoktur. Bundan dolayı ne hayvanat ne de melaike hilafete layık olmuştur. Âdem’e secde emri verilenlerin melaike olması nefsle beraber bulunan aklın, sadece akıldan üstün olduğundandır. İnsanın esma-i ilahinin tamamına mazhar olması bu üstünlükten kaynaklanmaktadır.
İlk yaratılışında “ahsen-i takvim” yani en güzel kıvamda yaratılmanın anlamı da yine bu akıl ve nefs beraberliği ve insanın esma-i ilahinin -sair varlıklar içerisinde- en mükemmel bir şekilde tecellî mahalli olmasıdır.
İşte insan denince ilk anlaşılması gereken mânâ budur. Bu noktada düşünülecek ikinci husus ise bu evsafta yaratılan insanın nasıl olup da aşağıların en aşağısına döndürüldüğüdür. Tabir-i caizse mahlûkat arasında bir üstünlük sıralaması yapılırsa en üstün varlık enbiya, ondan sonra büyük melekler, daha sonra salih müminler ondan sonra sair melaike, ondan sonra ise hayvanat, daha sonra ise nebatat ve cemadat ve listenin en sonunda ise insanlığını unutmuş insan ile şeytanlar gelir. İşte aşağıların aşağısı olmaktan kasıt –Allah en iyisini bilir- budur. Bu konuda Hz. Mevlana şu manidar cümleleri serdeder:
“Yaratıklar üç kısma ayrılır: Birincisi meleklerdir. Bunlar sırf akıldır. İbadet, kulluk ve zikir yaratılışlarında vardır. Onların besini ve yiyecekleri budur, bununla yaşarlar. Melekler hakkında teklif yoktur. Çünkü onlar şehvetten sıyrılmış, temizlenmiştir. Şehvetle meşgul olmaması ve nefsinin olmayışı ne büyük devlettir. İşte bunlardan sıyrılmış, temizlenmiş olunca tabiatıyla onun için hiçbir mücahede bahis konusu olamaz. İbadette bulunsa dahi bunu ibadetten saymazlar; çünkü bu onun yaratılışı icabıdır. Esasen onsuz yaşayamaz.
İkincisi hayvanlar sınıfıdır. Bunlar sırf şehvettir. Kötülükten kendilerini alıkoyan akılları yoktur ve üzerine teklif vâki olmamıştır.
Üçüncüsü akıl ve şehvetten mürekkep olan zavallı insandır. İnsan üzerine teklif vâki olmuştur. Yarısı melek, yarısı şehvet; yarısı yılan yarısı balık. Balık olan tarafı onu suya çekiyor, yılan olan tarafı toprağa. Bunlar (bu iki kutup) birbiriyle keşmekeş içindedir.
Melaike bilgisiyle, hayvanat bilgisizliğiyle kurtuldu. İnsanoğlu bu ikisi arasında keşmekeşte kaldı.
İnsanların bazısı o kadar akla uydular ki tamamen melekleştiler, sırf nur oldular. Bunlar nebiler ve velilerdir. Bazı insanlar ise, şehvet, onların akıllarına galip geldiğinden tamamen hayvanlaşmışlardır.”(5)
Başka bir açıklama ile şöyle de söylenebilir. İnsan doğuştan getirdiği kabiliyetler ve istidatlar gereğince hayatını idame ettirmelidir. Allah, halife olması sebebiyle insana, diğer mahlûkata vermediği bir çok imkanlar vermiştir. Bu cümleden olarak her insanda esma-i ilahiye mazhar olmak üzere esma adedince kabiliyetler vermiştir. Bu kabiliyetler her insana farklı farklı verildiği gibi, her kabiliyet de aynı insana aynı miktarda verilmemiştir. Esmanın mazhariyeti olarak isimlendirebileceğimiz bu kabiliyetler tamamen tasarruf-ı ilahidir, taksim-i hüdadır. Ancak bu kabiliyetin en fazla miktarı enbiya ve evliyaya verilmiştir. Her nebî ve veli bu kabiliyetten nasibi miktarınca ulviyet kesbetmiştir. Her bir nebi ve veli esma-i ilahiden bir veya birkaçıyla göz kamaştırıcı makamlara ulaşmışlar ve beşeriyete numune-i timsal olmuşlardır. Hz. Eyyub aleyhisselamın sabrı, Hz. İbrahim aleyhisselamın teslimiyeti ve tevekkülü, Hz. Sıddık radıyallahu anhın sıdkı gibi. Diğer esmaya da mazhar olmakla beraber bu esmalar bu sâdatta zirveleşmiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ise esmanın tamamında kemal noktasında mazhariyete nail olmuştur.
Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâim
Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim
Aziz Mahmûd Hüdâî
İnsandan maksat Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemdir.
Bu dünya insan için yaratılmıştır. İnsan olmasaydı eşyayı takdir edecek varlık olmayacaktı. Bu da yaratmayı anlamsız kılacaktı. Afedersiniz, bir öküz için maydanoz ile terenin karpuz ile kavunun ne farkı vardır? Kabuğunu soyarak portakalı dilim dilim yeme işini insandan başka bir varlık gerçekleştiremez. Mandalina ile portakalın farkını da yine insan ayırt edebilir. Demek kâinat insan içindir.
“Görmedin mi; Allah, yerde olanları ve emriyle denizde akıp giden gemileri buyruğunuz altına vermiştir.”(6)
“Görmediniz mi ki, Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini sizin hizmetinize vermiş, gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır.
” İşte bu noktada insanın vasfı ve vazifesi ortaya çıkmaktadır. İnsan takdir edendir, vazifesi ise eşyayı rızay-ı bariye muvafık olarak sevk ü idare etmektir. Dedik ki insandan maksat Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemdir. Bu ise işte bu iki hususu icrada beşeriyet içerisinde en fazla muvaffak olmuş olmasından kaynaklanmaktadır.
Her insanın kâmil olma imkanı vardır. Bunun şartı ise kendisine fıtraten ve diğer insanlardan farklı olarak verilmiş bulunan kabiliyetlerinin farkına vararak kendini gerçekleştirmesidir. Şu şekilde açıklamaya çalışalım:
Mesela sabır esmasını ele alalım. Her insana doğuştan sabır esması farklı miktarda verilmiştir. Biz buna ruh kompartımanı da diyebiliriz. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme verilen sabır esmasını 100 birim olarak düşünelim. Zirve 100 olsun. A şahsına sabır esmasına mazhar olma kabiliyeti 37 birim verilmiş olsun. A şahsı insan-ı kâmil olmak için bu 37 birimlik sabrını hayatında gerçekleştirmek zorundadır. Diğer kabiliyetlerini de bu şekilde kabiliyeti oranında gerçekleştirebilirse o insan artık olgun insan, “insan-ı kâmil” olmuş demektir. Ancak anlaşılacağı gibi bu, sadece kendi boyu ölçüsünde bir kemaldir.
Bu husus bizi, “insan-ı kâmil” kavramının tanımının mahiyet itibarıyla yapılamayacağı sonucuna götürür. Çünkü bu anlamda “kemâl” şahsidir.
“Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” fehvasınca âleme Âdem gerek. Âdem kemalli gerek, yani mükemmel insan Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gerek.
Basmasa mübarek kademin rûy-i zemîne
Pak etmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm.
Kazasker Mustafa İzzet
İnsan-ı kamiller içerisinde en mükemmeli Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemdir.
İnsanlığın ulaşabileceği en son sınır Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ulaştığı kemal sınırıdır.
Seni ey mihr-i ân gördükçe zîb-i hâkdân, dermiş
Semâ: “Ya leytenî küntü türâbâ” aheste âheste
(Gök, seni yerin süsü olarak gördükçe ey sevgili, keşke ben de toprak olaydım dermiş.)
Her ne kadar insan-ı kâmilin mahiyeti itibarıyla tanımı yapılamasa da evsafı hakkında bazı hususlar ortaya konulabilir.
Bu konuda Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, “İnsan-ı Kamil” adlı kitabında 17 bölüm içerisinde insan-ı kâmilin özelliklerini anlatmıştır. Biz burada kısa ve öz bir şekilde bir kısım sıfatlarını ifade ile yetineceğiz.
İnsan-ı kâmilin ilk özelliği Allah Teala’ya büyük bir sevgi ile bağlı olmasıdır. Allah’a inancı tamdır. Her işte O’na sığınır. Bütün işlerinde hal ve hareketlerinde tek dayanağı O’dur. Her konuda Allah’a teslim olur. O’ndan gelen her şeye boyun eğer, rıza gösterir. Gönül huzuru içinde daima Allah’a şükreder. Maddi heva ve heveslerini bırakmış, dünyayı terk etmiş, mevki ve zenginlik tutkularından kurtulmuş, fakirliği benimsemiş, kalbinde sadece Allah kalmıştır.
Kamil insan açlıkta ve toklukta, uykuda ve uyanıklıkta, susmada ve konuşmada, yalnızken ve halkla sohbet ederken, adetlerinde ve bütün ibadetlerinde hep en iyi, en hayırlı olanı seçmiş, itidalli bir şekilde hareket ederek ne ifrata ne tefrite düşmüştür.
İnsan-ı kâmilin özelliklerinden biri de verdiği sözü mutlak yerine getirmesidir. Hiçbir zaman sözünden dönmez. İnsan-ı kâmilin işi, bütün hareket ve davranışları, iyilik yapmak, zikir ve ibadettir.
Kamil insan Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmıştır. O, halkla iyi geçinir, kusurlarını affeder, ayıplarını ve kabahatlerini örter, herkese yumuşak muamele gösterir, şefkatli ve merhametli davranır.
Kâmili zinde sanma ölmüştür. Cismi ruhuna merkad olmuştur. (Kâmili diri sanma, o ölmeden evvel ölmüştür. Onun bedeni, ruhuna mezar olmuştur.)
Kısaca özelliklerinden bahsettiğimiz kamil insan konusuna son verirken gündüz vakti elinde fenerle adam aramaya çıkıp bulamayınca yorulan, “sana bulamazsın demedik mi” diye soranlara da “bulamayacağımı biliyorum ancak araması hoşuma gidiyor” diye cevap veren kamil insan âşıklarına muhabbetlerimi sunar, selametler dilerim efendim.
1- İsra suresi, 70
2- Tin suresi, 4-5.
3- Sad suresi, 72.
4- Bakara suresi, 30.
5- Mevlana, Fihi Ma Fih, s. 122.
6- Hacc suresi, 65.